26 Ekim 2013 Cumartesi

Robert Piguet – Calypso (2010)


Robert Piguet – Calypso (2010)

"Yunanlılar Troya’yı yakıp yıktıktan sonra ülkelerine dönerken fırtınaya tutulurlar. Çok zarar görürler. Odysseus ise tam 10 yıl denizler üzerinde sürüklenip durur. Bu sürüklenmelerin bir durağı güneş tanrısı Helios’un sığırlarının otladığı Thrinakie adasıdır. Açlıkla karşı karşıya kaldıkları bu adada Odysseus’un dokunmayın demesine rağmen arkadaşları bu kutsal sığırlardan birkaçını keserler. Helios’un sığırlarına dokunan kimse bir daha yurdunu göremeyecektir. Yola çıkan gemileri güneş tanrısının kışkırtmasıyla, Zeus’un yolladığı şimşeklerle parçalanır. Sadece Odysseus kurtulur. O da Calypso adasına çıkmayı başarır. Bu sırada Odyssus’un Telemakhos’da bulunan eşi Penelope ile evlenip onun zengin krallığını da ele geçirmeyi amaçlayan birçok kişi bulunmaktadır. Calypso ise Odysseus’la evlenmek isterken Odysseus’un da tek isteği yurduna dönmektir. Bunu gören tanrılar Odysseus’a acırlar ve Calypso’dan onu bırakmasını isterler. Calypso bu teklife çok sinirlense de sonra ikna olur ve Odsseus’un yurduna dönmesi için gereken yardımı yapar. Odysseus, büyük mücadeleler vererek Penelope’ye kavuşur." (Bedrettin Cömert)

Calypso, Homeros'un Odysseia destanında adı geçen gizemli tanrıçadır aslında. Adı Yunanca gizlemek anlamına gelen kalyptein'ten türetilmiş. Ayrıca, Olympos’a saldırdığı için Zeus tarafından gök kubbeyi omuzlarında taşımakla cezalandırılan Atlas'ın kızı olarak geçiyor kaynaklarda.

Benim de okumakta zorlandığım Yunan Mitolojisindeki bu karmaşık olaylar ağına daha fazla sokmayayım sizi. 1978’de Hacettepe Üniversitesinde görevliyken, henüz 38 yaşında siyasi bir suikaste kurban giden Bedrettin Cömert’in, Türkiye'nin hala en kapsamlı mitoloji kitabı olarak kabul edilen Mitoloji ve İkonografi'sini ne kadar okusanız da sonuç değişmeyecektir.


Onlarca tanrı ve tanrıça, onların genellikle tuhaf ilişkilerinden doğan çocukları ve bir sürü farklı karakterle birlikte, Yunan Mitolojisi tam da dönemin ruhunu uygundu belki de. Bugün okuduğumuzda anlamsız gelen bu mitolojik hikayeler, Antik kültürün en önemli söylenceleriydi. Homeros'un ünlü İlyada ve Odysseia'sı bunun en bariz kanıtı olarak sunulabilir. Antik dönem Anadolu ve Yunanistan'da halk İlyada ve Odysseia'yı ezbere bilirmiş. Askerlik, tıp, teknoloji, hukuk, din bilgilerinin tamamının kaynağı bu kitaplardı.

Antikite, yüzlerce yıl öncesinde kalmış olsa da, Avrupa kültürünü önemli ölçüde etkilemiş. Özellikle İtalyan ve İngiliz edebiyatına etkilerinden söz edilebilir. Sadece edebiyat alanında değil, toplumsal hayatta bile mitolojinin etkileri hala görülür Batı kültüründe. Bazı şehir isimleri, özel şirketler hatta çocuk isimleri bile mitolojiyle ilintilidir zaman zaman. Bu anlamda derin izlere sahiptir Yunan Mitolojisi, günümüzün kıta Avrupasında.

Bu izleri hayatın farklı alanlarında da takip edebiliriz. Bizi ilgilendiren kısım olan parfümlerde de karşımıza çıkar mitolojik kahramanlara ait isimler. Mesela Chanel'in ünlü Antaeus'u, Givenchy'nin Xeryus'u, Versace'ın yeni parfümü Eros'u ilk aklıma gelen örnekler. Ve 1950'li yıllardan kaynağını almış bir başka mitolojik isme sahip esere göz atmanın vakti geldi artık.

1940'lı yıllara kadar gider Robert Piguet'in parfüm macerasının başlaması. Kıyafet tasarımcısı ve günümüz deyimiyle modacı Piguet, dönemin Fransız aristokratlarına hizmet verir. İsmi en çok geçen tasarımcılardan birisiyken, güzellik ürünlerine el atar. Ortaya müthiş bir parfum koleksiyonu çıkar. Bandit, Visa, Fracas, Baghari parfümleri çok büyük ilgiyle karşılanır Fransa'da. Fakat markanın ömrü fazla olmaz ve 1950'li yıllarda üretime son verilir.


2000'li yıllar Robert Piguet parfümleri için hayata dönüş anlamına gelir adeta. İşte ismini mitolojiden alan Calypso'da bu yeniden dirilişten nasibini alır. 2010 yılında parfümör Aurelien Guichard tarafından tekrardan formüle edilerek, koku bağımlılarının beğenisine sunulur. Böylece Calypso isimli klasik, uzun yıllar sonra tekrardan karşımıza çıkıverir. Bize de onu koklamak, anlamak ve elimizden geldiğince yazmak düşer.

Calypso, kendi sitelerinde kısaca şöyle tanıtılmış: "Büyüleyici ve romantik. Calypso, ateşli ve yeşil çiçeksi yönleriyle büyüleyici bir karışımdır."

Fragrantica'da oryantal çiçeksi olarak sınıflandırılmış Calypso'nun başlangıcı bir paça turunçgiller (bergamot ve mandalina) ve sardunya ile gerçekleşiyor. Çok temiz, pürüzsüz, yüksek kaliteli güzel bir açılışı var Calypso'nun. Üst notalarını sevdim. Orta kısma geçildiğinde gül bütün ağırlığıyla baş role geçiyor. Turunçgiller ortadan kayboluyor. Sardunya gerilerde kalırken, güle nefis bir süsen (iris) ekleniyor. Orta kısımda gül ve süsen ağırlıklı diyebilirim. Hala çok temiz, kaliteli ve güzel. Orta kısımda çok başarılı. Alt notalara geçildiğinde gülün ağırlığı hissediliyor. Süsen gerilerde kalırken, bu sefer de paçuli, misk ve biraz da süet kokusu ekleniyor. Sonları çok ilginç gelmedi bana. Başlangıcını ve orta kısmını düşündüğümde ortalama bir kapanışa sahip. Böylece de tenden ayrılıyor.

Calypso, gördüğüm kadarıyla tam bir gül kokusuna sahip. Gülden sonra en öne çıkan nota süsen (iris). Başlardaki turunçgil-sardunya işbirliği tam olması gerektiği gibi. Fakat sonları beklentilerimin biraz altında.


Calypso, çok güzel bir gül parfümü. Yüksek kaliteli, sakin, saldırgan olmayan, hüzünlü, modern, yapaylık barındırmayan ve doğal kokan yapısıyla dikkat çekiyor. Bu aralar şansıma mıdır nedir, hep çok hoş gül parfümleri ile karşılaşıyorum. İşte yine öyle oldu ve Calypso'yu sevdim.

Kısa süre önce kullandığım Histoires de Parfums'ün 1876'sına benzettim genel halini. 1876 daha baharatlıyken, Calypso, daha çiçeksi. Fakat 1876 daha detaylı ve kompleksken, Calypso biraz düz çizgide ilerliyor. Yine de kalitesi ve size yaşattığı duygular bakımından ikisi de birbirinden güzel deneyimler oldu benim için.

Calypso, kadın parfümü olarak sunulmuş. Bence öyle yoğun kadınsılık barındırmıyor. Mis gibi kokan gül parfümü arayan erkeklerin denemesi gereken seçeneklerden birisi olduğunu düşünüyorum. Muhtemelen pişman olmayacaksınız.

Kabul etmek gerekir ki Calypso, çok yaratıcı, farklı yada benzersiz bir kokuya sahip değil. Onu piyasadaki bir çok niş parfümde kullanılan güle benzetebilirsiniz. Fakat gül kokusu, zaten baskın olduğundan, artık bana bir çok gül temalı parfüm, birbirine benzer geliyor. Calypso, bu anlamda ünik değilse de kokusunu tecrübe etmeye değer.

Eau de Parfum ve Parfum Extrait olarak iki versiyonu bulunuyor Calypso'nun. Benim denediğim Eau de Parfum (EDP) olanıydı. Sonbahar-kış kullanımı için daha uygun olacağını düşünüyorum. Özellikle hüzünlü ve serin sonbahar günlerine çok yakışacaktır.

                                                                       Parfüm Merakının kendi çekimidir. 

Artıları:
+ Başlangıcını sevdim.
+ Orta kısmı da çok güzel.
+ Yüksek kaliteli ve duru kokusu, denenmeye değer.

Eksileri:
- Sonları enterasan değil.
- Fark edilirliği zayıf.
- Fiyatı biraz yüksek.

Koku Güzelliği:10/7.5

22 Ekim 2013 Salı

Lalique – White (2008)


Lalique – White (2008)

Bugün küçük bir oyun oynayalım sizinle. Dolabınızda yada çekmecenizde duran parfüm şişelerinden birini alın elinize. İyice inceleyin onu. Hiçbir detayını atlamadan, acele etmeden, anlamaya çalışarak. Altına, üstüne, kenarına, şekline, rengine ve size vermek istediği mesajı düşünün. Neden bu şişe böyle? Neden başka şekilde değil? Buna kim karar veriyor? Ve daha da önemli soru: Parfüm şişesi önemli midir?

Parfüm denen sıvının tarihi kadar eskiye gider parfüm şişelerinin tarihi. Aslında ikisinin kaderi ortaktır bir anlamda. Birinin olmadığı yerde diğeri de anlamsızlaşır. Birbirlerini biraz zevkle biraz da mecburiyetten tamamlarlar. Meşhur Uzak Doğu felsefesi Yin-yang gibidir parfümlerle şişeleri arasındaki ilişki. Kopması imkansızdır. En azından yüzyıllardır böyledir durum.

Parfüm denen kokulu sıvıyı en iyi koruyan nesne, şu ana kadar hala camdır. Parfüm üreticileri de bu kurala sessizce ve kabullenmişlikle boyun eğerler. Hatta parfüm gibi önemli bir sıvıyı koyacakları şişeleri, sanat eserlerine çevirmeye çalışırlar. İşte burada tasarım öne çıkar. Çünkü sanat eseri sayılabilecek bir parfüme ancak sanat eseri bir şişe yakışacaktır.


1860 yılında doğmuş Rene Lalique isimli bir adam kariyerine mücevher tasarımcısı olarak başlar. İlerleyen yıllarda cam tasarımları da yapar. Fakat en büyük sükseyi 1900'lü yılların başında Paris'te düzenlenen Uluslararası Büyük Sergi'de gerçekleştirir. Japon sanatından ve sembolistlerden esinlenerek yarattığı mücevherlerle sanatını duyurmayı başarır. Camı kalıplara dökerek biçim verme tekniğini kullanan ve bazı mekanik yöntemlerden yararlanarak işçiliği oldukça basitleştiren bu sanatçı, camcılık alanına büyük yenilikler getirmiştir.   

Dönemin sanat akımı olan Art Nouveau tarzında tasarımlara ağırlık verir Rene Lalique. Vazolar, heykeller, kaseler, kristal panolar yapar. Bu arada Lalique markası hayata geçmiştir. Art Nouveau tarzında tasarladıkları mücevherler, takı sanatında çığır açar adeta. Farklı hayvanlar, bitkiler, birbirini izleyen geometrik akıcı biçimler, Art Nouveau akımının konusunu oluşturur. Lalique'in de bu yönde bir çok eseri vardır zaten.

Bizi ilgilendirense markanın cam şişe tasarımları. Anlaşılacağı üzere Lalique başlangıçta "Cama hayat veren" marka olarak bilinse de ilerleyen yıllarda parfüm şişeleri de tasarlamışlardır. Sürekli gelişen ve büyüyen parfüm endüstrisinde ilginç, lüks, zarif ve kaliteli şişe ihtiyacı gittikçe artıyor. Parfüm üreticileri, ürünlerini kimi zaman en çarpıcı şişelerle kimi zamansa sade şişelerle müşterilerinin beğenisine sunuyorlar.


Enterasan olansa parfüm şişeleri ve cam tasarımcısı bir markanın, parfüm üretmeye de başlaması. Aslında kendi uzmanlıklarına yakın sayılabilecek bir iş onlar için. 2006 yılındaki parfümleri Encre Noir ile koku severlerin gönlüne taht kurmuş durumda Lalique. Oysaki diğer parfümlerini de  Jean-Claude Ellena, Bertrand Duchaufour, Mathilde Bijaoui, Dominique Ropion, Maurice Roucel gibi çok önemli parfümörlere tasarlatmışlar. Yani parfümler konusunda iddialılar anladığım kadarıyla.

2008 yılındaysa bugünkü yazı konuğum olan White’ı piyasaya sürdüler. Kendi sitelerinde şöyle tanıtılmış White:

"Baharatlı, miskli, rafine dünyasal bir parfüm. Şık erkeğin gerçek imzası. Gümüş krom halka ve metalik parlaklık eklenmiş kapağı sayesinde  "Beyaz" imza gerçekleşmiş olur."

Parfümü üzerime ilk sıktığımda ferah limon ve bergamot beni karşılıyor. Limon biraz daha ön planda. Modern, canlı, temiz ve yüksek kaliteli. White'ın açılışı nefis diyebilirim. Orta notalara geçildiğinde limon geride kalıyor. Onun yerine ferah ve buruk baharatlar ortaya çıkıyor. Biber baş role geçiyor. Fakat buradaki baharat kullanımı keskin ve yoğun değil. Biraz meyvemsi ve ekşimtrak. Sanki arkalarda fesleğen gibi aromatik otlar var. Başlangıcı kadar başarılı gelmese de "eh işte" orta notaları. Son kısımda orta notalar ekseninde devam ediyor. Büyük değişim geçirmiyor. Ekşimsi baharatlara bu sefer odunsu notalar ekleniyor. Muhtemelen sedir ağacı. Böylece de tenden ayrılıyor.


White, başlangıcı dışında çok değişmiyor ve tek düze ilerliyor. Parfümün geneline ilginç bir baharat kullanımı hakim. Ferah ve yumuşak sayılabilecek baharatlar, bana aromatik fujerları hatırlattı. Başlarda limon, orta kısımda buruk baharatlar ve sonlarda odunsu notalar. Evet White bu üç ana öğeden oluşuyor. Bu anlamda basit sayılabilecek bir formüle sahip.

Başlangıcını çok sevdiğim, orta kısmını biraz garip bulduğum ve sonlarını ise ortalama olarak nitelendirebileceğim bir arkadaş White. Yüksek kaliteli, yapaylık hissedilmeyen, canlı bir kokusu var. Zaman zaman hüzünlü (belki de bu parfümü sonbahar günlerinde kullandığım içindir) hissetmeme sebep oldu. Bir çok kişi onun yaz mevsimine uygun olduğunu söylemiş ama bence ilkbahar-sonbahar aylarına daha uyacak gibi duruyor.

Genel olarak baharatların kullanıldığı parfümler, ağır, yoğun, keskin oluyor. Onun içindir ki baharatlı parfümleri kış mevsimine çok yakıştırıyorum. Fakat White'ta ferah kullanılan baharatlar, onu sıcak günlerde kullanmaya uygun hale getirmiş. Örneğine çok rastlanmayan baharatlı ferah kokulardan birisi olarak değerlendirilebilir.

İsminin White olması ve şişesinin bembeyaz tasarlanması, kullanmadan önce temiz, akuatik, sabunsu, miskli bir koku olacağını düşündürttü bana. Fakat hiç de beklediğim gibi çıkmadı. Ne sabunsuluk ne pudra efekti ne de bolca misk algılamadım. Bu anlamda kokusu ile konsepti arasında biraz uyumsuzluk sezinledim.
 

White, bu tür kokuları sevenler için çok iyi bir seçenek. Fakat kullanım sürecinde benim açımdan harika hislere ulaşmamı sağlayamadı. Özellikle orta kısımdaki o ekşimsi baharatlara bir türlü ısınamadım. Bu da kokusunu kendime yakın bulamama sebep oldu. Güzel başlayan ama beklediğim gibi bir bağ kuramadığım parfümler listesine alıyorum onu. Luca Turin'in "En iyi erkek parfümü" gibi listeleri varsa benim de böyle hayali listelerim var işte.

Madem söz Luca Turin'den açıldı, onunla devam edelim. Turin, White'a beş üzerinden üç yıldız vermiş ve onu kremsi çam olarak sınıflandırmış. EDT konsantrasyonuna sahip. Kalıcılığı kıyafet üzerinde çok iyi. Fark edilirliği başlarda yüksek oldu. Sonradan tene yakın kaldı. Kokusunun tasarımını  Christine Nagel yapmış.

Not: Bu parfümü bana ulaştıran www.decantshop.com sitesine teşekkür ederim.


Artıları:
+ Başlangıcını sevdim.
+ Yüksek kaliteli, pürüzsüz ve şık bir kokusu var.

Eksileri:
- Orta kısmını sevemedim.
- Sanırım genel olarak kendime yakın bulamadım.

Koku Güzelliği:10/6.5

19 Ekim 2013 Cumartesi

Veee kazanannnn...


Merhabalar sevgili parfüm severler,

Malum sonbahar geldi, havalar soğur gibi oldu. Burnumuz ufaktan tıkanır gibi yapıp, hafiften grip bile olduk. Yine de şikayet etmek yok, hastalıklarda hayatın küçük ve güzel oyunları bize.

Evlerde sonbahar hazırlıkları yapılıyor muhtemelen. Turşular kuruluyor, kestaneler derin donduruculara koyuluyor, detaylı ev temizlik harekatlarına girişiliyor evlerin değerli hanımları tarafından. (Ev temizliğinde hanımına yardım eden bir sürü erkek tanıdığım var ama çaktırmayalım)

Madem temizlik zamanı, bende trende uyayım. Çağın gerisinde kalmamak lazım. Onun içindir ki elimde hayli biriken parfümleri ve küçük deneme boy numuneleri blogumun takipçilerine hediye etmeye karar verdim. (Kararımdan dönersem Melih Gökçek gibi olayım) (Brrr Allah Korusun:))

                                        Benim göndereceğim paket bu kadar janjanlı olmayacak tabiki :)

Kullanmadığım ve kullanmaya da sıra gelmeyecek parfümleri zaman zaman burada ilan ederek hiç bir ücret talep etmeden sizlerin adresine göndereceğim. Tabiki öncelikle çekilişte kazanmak lazım. Onun yolu da çok basit. Bu başlığın altına "sadece blogger takipçilerime özel" çekilişe katılmak istediğinizi belirten bir mesaj yazmanız ve mail adresinizi de eklemeniz yeterli olacaktır. Yani bir blogspot üyeliği açıp, oradan beni takip etmeniz gerekmekte öncelikle.

Çekilişi hiç bir şeyden haberi olmayan annem yapacak, onun söylediği rastgele bir kişi Ulric de Varens'in UDV Night parfümünü kazanacak. Ayrıca yanında bazı denemelik sürpriz numunelerde ekleyeceğim. (Kimbilir Dior, Chanel ve Guerlain'ler olabilir)

UDV Night, önümüzdeki soğuk kış günlerinde kullanmaya uygun, tatlımsı bir oryantal. 60 ml. şişenin üstteki kendi çektiğim resimde de göreceğiniz üzere 50 ml. civarı dolu. Kutusuyla beraber göndereceğim. Erkek parfümü olsa da, kızlar sevdikleri birisine hediye edebilir. Fakat önemle belirteyim ki "Kargo ücreti bana ait değil, parfümü kazanan kişiye ait olacaktır." Zaten en çok 9-10 TL tutar.

                          Çekilişi kazanan Maria Sharapova kadar sevinecek gibime geliyor :)

Tekrar hatırlatayım. Sadece blogger üyesi olan ve benim blogumu, blogger'dan takip edenler çekilişe dahildir. Onun için blogumu takip etmiyorsanız hemen takip etmeye başlayabilirsiniz. Başlığın altına çekilişe katıldığınızı yazan bir mesaj ve mail adresiniz yeterli olacaktır. Kazanan kişinin adres bilgilerini o mail aracılığı ile alacağım. Yani başlığa adresinizi yazmanıza gerek yok. Ben size ulaşacağım.

Bir hafta sonra kazananı ilan edeceğim buradan. Herkese bol şanslar...

18 Ekim 2013 Cuma

Histoires de Parfums – 1876 (2001)


Histoires de Parfums – 1876 (2001)

Bir kadın ve onun inanılmaz hikayesi. Hayatı kitaplara ve filmlere taşınacak kadar dolu dolu yaşanmış 41 yıllık hüzünlü ve enteresan bir öykü. Muhtemelen yakın dönem Avrupa tarihinin hakkında en çok konuşulan kadınlarından birisi o.

Zamanın yüksek sosyetesinde söylenenlere göre Mata Hari, Hindistan'ın güneyinde, Malabar sahilinde doğmuştu. Babası Brahman sınıfından bir din adamı, annesiyse dansçıydı. Kanda-Swany tapınağının mahzenlerinde küçük yaşından itibaren kendisine kutsal danslar ve ritüeller öğretilmişti. Baş dansçı, Mata Hari'de olağanüstü yetenekler sezdiği için onu Tanrı Siva'nın hizmetine adamayı kararlaştırmıştı. Fakat gerçekler hiç de oryantalizmin etkisindeki Avrupalılara anlatıldığı gibi değildi.

1876 yılında Hollanda'da doğan Margaretha Geertruida Zelle'in babası tüccar, annesiyse kibar ve görgülü bir kadındı. Küçük yaşlarında rahibe okuluna gönderildiği söylenen Zelle'in babası, o, 18-19 yaşlarındayken iflas etmişti. Çok büyük maddi sorunlarının karşısında çözüm yolu arayan Zelle'in hayatı ilginç bir rastlantı sonucu değişecekti. Üstelik bir gazete ilanı sayesinde.

Zelle, bir Hollanda gazetesindeki ilanlara bakarken, kaderinin ördüğü ağlara kendisini bırakacaktı. Bu gazetede, Hollanda'nın sömürgesi Endonezya'da görevli olan ve iznini La Haye'de geçiren bir yüzbaşının evlenmek istediğine dair ilan vardı. Bugün için garip gelen bu uygulama, o dönemler için normal sayılabilirdi. Fakat bu ilan aslında şakadan ibaretti. Yüzbaşı Rudolf Mac Leod, arkadaşlarıyla konuşurken son derece sıkıntılı bir hayat geçirdiğini söylemiş, onlar da gülerek evlenmesini tavsiye etmişti. Yüzbaşının dostlarından bir gazeteci de bu evlenme ilanını uydurarak gazetesine koyuvermişti.


Yüzbaşının  ilanına on beş kadından cevap gelmişti. Fakat bu mektuplardan birisi çok dikkatini çekti. O mektubu gönderen de tahmin edebileceğiniz gibi Margaretha Geertruida Zelle idi. Mektubun içine resmini de koymuştu. İlk görüşmeleri 1895'te Amsterdam'da gerçekleşti. İki genç birbirlerini görür görmez aşık olmuşlardı. Aynı yıl hemen evlendiler.

1897 yılında kocasının tayini Güney Doğu Asya'daki Cava adasına çıkmıştı. Tabiki "görev beklemez" diyerek gittiler. Bu arada iki çocukları olmuştu. Fakat çok trajik bir olay Margaretha Geertruida Zelle'in hayatının ikinci kırılma noktasını oluşturacaktı. Küçük oğulları Norman, Cava'da zehirlenerek ölmüştü. Bu büyük şoku kocası kolay kolay atlatamadı ve kendisini alkole verdi. İlerleyen yıllardaysa artık evlilikleri çekilmez hale gelmişti. Çok geçmeden tekrar Hollanda'ya döndüler ve boşandılar. Bir yıl sonra Margaretha Geertruida Zelle, Paris'e gelerek buraya yerleşti. Hayatıyla ilgili vereceği yeni bir kararın aşamasındaydı. Bundan sonra çok sevdiği dansçılığı profesyonel olarak yapacaktı Paris'te.

Zelle, Paris'teki ilk yıllarında farklı bir yol izledi hayatıyla ilgili. Hollandalı olduğunu gizleyerek Güney Hindistan’ın Malabar kıyısında doğduğunu, annesinin de kendisini doğururken ölen bir dansöz olduğunu söylüyordu herkese. «Şafağın Gözü» anlamına gelen Mata Hari adını aldı daha sonra. 1905 yılında, Guimet Müzesi'nde düzenlenen ve seçkin davetlilerin hazır bulunduğu bir topluluk karşısında Hintlilerin kutsal sayılan egzotik ve gizemli danslarını canlandırdı. Gösterinin sonunda dayanamayıp bayılması, ilerleyen günlerde Paris'te kulaktan kulağa herkese yayılmıştı. Paris'in eğlence hayatına çok hızlı giriş yapan Mata Hari'nin dansları merakla bekliyordu artık. Ama o, siyasi olarak güçlü kişilerin karşısında, kendi erotik danslarını özel programlar halinde sunmayı tercih etti. Böylece hükümetin ileri gelen kişileriyle tanışarak onlarla samimi ilişkiler kurdu. Artık Paris'in en tanınmış simalarından ve isimlerinden birisine sahipti Mata Hari.


Birinci Dünya Harbinin devam ettiği yıllarda Almanya ile Avrupalı müttefikler savaş halindeydi. Ayrıca iki düşman blok arasında amansız bir istihbarat rekabeti yaşanıyordu. Almanların çok güçlü istihbarat teşkilatı, Avrupanın geri kalanında korkuyla karşılanıyordu. Mata Hari'nin bu şöhreti Paris'te yaşayan Alman elçisi Prens Radolin'in de dikkatini çekmişti. Almanlar, Paris'in gözdesi ünlü dansçı Mata Hari ile iletişim kurmakta gecikmediler ve ona ajanlık teklif ettiler. Mata Hari bu teklifi kabul etti. Tanıştığı önemli Fransız siyasetçilerden bilgiler sağlayıp, bunları Almanlara veriyordu. Tabiki karşılığında yüklü ödemeler alıyordu. Fakat Fransız istihbarat örgütü çok geçmeden bu durumu fark etti.

Uzun süre Fransızlar tarafından takip edilen Mata Hari'nin hakkında Almanlara çalıştığına dair bir çok bilgi geliyordu. İlerleyen aylarda Fransızlar, Mata Hari ile ilgili somut kanıtlara ulaştılar ve 1917 yılında onu tutukladılar. Yargılandığı mahkemede hakkında idam kararı çıkan Mata Hari için sonun başlangıcı yaklaşıyordu. Yine aynı yıl kurşuna dizilerek henüz 41 yaşında öldürülecekti.

İşin ilginç tarafıysa Mata Hari'nin kurşuna dizilmeden önce "Bu Fransızlar beni öldürmekle ne kazanacaklar, savaşı mı kazanacaklar?" dediği söyleniyor. Hatta kurşuna dizilme anında gözlerinin bağlanmasını reddetmiş. Onun bu cesaretinin herkesi şaşkına çevirdiğine eminim. Onu öldürmekle görevli on beş askerden sadece birisinin ateş ettiği, diğerlerininse ona ateş edemedikleri rivayetinin ne kadar doğu bilemiyorum.


Mata Hari'nin hayatı ilerleyen yıllarda sinemacılara ve edebiyatçılara ilham kaynağı olmuştu. Onun hakkında kitaplar yazılmış, 1931 yılında da başrolünü Greta Garbo'nun oynadığı filmi çekilmişti. Bu sayede geniş kitleler, Mata Hari'nin hayat öyküsünü öğrenme şansına erişmişti.

2001 yılına gelindiğindeyse Fransa merkezli niş parfüm evi Histoires de Parfums, onun hayatından esinlenerek 1876'yı meydana getirdi. Her ne kadar Hollanda doğumlu olsa da, hayatının büyük bölümü Paris'te geçmişti Mata Hari’nin. İsmini, Mata Hari'nin doğum tarihinden almış 1876. Kokusu da onun kısa sayılabilecek enterasan ve dramatik yaşamına ithaf edilmiş.

1876, kendi sitelerinde şipre/çiçeksi oryantal olarak sınıflandırılmış. Parfümün başlangıcı tatlımsı modern kırmızı meyvelerle gerçekleşiyor. Yüksek kaliteli bu meyveler ne olabilir diye düşünürken, kendi sitelerinde üst notalarında litchiyi fark ettim. Sanırım bu kırmızı meyve kokusu ondan geliyor. Biraz kadınsılık hissetsem de başlangıcı çok güzel diyebilirim. Orta kısma geçildiğinde tatlı meyvelere enfes bir iris (süsen) ekleniyor. Ayrıca tatlımsı baharatlar ve gül de artık kendisini hissettiriyor. Başlangıçta süsen öndeyken sonrasında gül daha dominant. Bence orta notalar baharatlı gül şeklinde gerçekleşiyor. Orta notaları gayet başarılı. Son kısımda yine değişiyor kokusu. Kuru bir paçuli ve odunsu notalar algılıyorum. Biraz da misk. Bence parfümün en sıradan kısmı alt notaları. Böylece de tenden ayrılıyor.

1876, bence dört ana öğeden oluşuyor. Kırmızı meyveler, gül, baharatlar ve sandal ağacı. Genel olarak yüksek kaliteli ve zengin diyebilirim. Zaten markanın diğer parfümleri de aynı minvalde. O anlamda denediğim Histoires de Parfums kokuları gayet başarılı. Üst-orta-alt notalar kuralına harfiyen uyuyorlar. Düz çizgide ilerleyen, sıradan parfümler değil hiç birisi. Çok katmanlı ve derinler. 1876’da koleksiyonun diğer parçaları gibi kompleks, detaylı ve yüksek kaliteli.


1876’ya dışarıdan bir gözle bakmaya çalıştığımda onun baharatlı gül parfümü olduğunu fark ediyorum. Diğer öğeler (süsen, paçuli, meyveler) kokusunu zenginleştirmek için kullanılmış sanki.

Baharatlı gül demişken, bu yolda onun yalnız yürümediğini bilmeliyiz. Rakipleri arasında Le Labo – Rose 31, Amouage – Lyric Man, Frederic Malle – Noir Epices ve The Different Company – Rose Poivree sayılabilir. Görüleceği üzere çok güçlü rakiplerle mücadele etmek durumunda. Peki 1876’yı diğerlerinden ayıran yanları neler?

Bence üç öğe 1876’yı diğerlerinden farklı kılıyor. Birincisi başlangıçtaki meyveler. İkincisi orta kısımda şöyle bir kendisini gösterip sonra kaybolan süsen (iris). Üçüncüsü orta notaların sonlarına doğru başını kaldıran ve size selam veren paçuli. Onun dışında diğer baharatlı gül parfümlerinden çok çok büyük farkları yok.

Başlangıcıyla orta kısmını çok sevdiğim 1876’nın, sonları biraz sıradan geldi bana. Muhtemelen notumun düşmesinin sebebi alt notaları olacak. Yoksa çok daha yüksek not alabilecekti benden. Fakat bu haliyle bile çok güzel. Eğer derin ve zengin bir gül kokusu arıyorsanız, 1876’yı muhakkak listenizin üst sıralarına ekleyin.


1876, bir kadının hayatından ilham aldığı için kadın parfümü olarak değerlendiriliyor. Bence başlangıcı dışında yoğun kadınsılık barındırmıyor. Erkeklerde rahatlıkla kullanabilir. Luca Turin’in erkeksi gül sınıflandırmasını yerinde görünüyor.

Aslına bakılırsa, 1876’nın kokusuyla Mata Hari’nin hayatı arasında bağ kurulabilir. 1876’nın dramatik, gizemli, egzotik ve hüzünlü kokusunun, ilhamını aldığı Mata Hari’yle çok büyük benzerlikler taşıdığı söylenebilir. Bu anlamda Gerald Ghislain fena iş çıkartmamış.

Markanın kurucusu ve sahibi Gerald Ghislain, 1876 için kısaca şunları söylemiş:

“1876’da bir değil, birden fazla gül var. Ama klasik parfümlerde sıkça rastlanan kırılgan ve çocuksu bir gül kokusu kullanmadım. Mata Hari’nin kişiliğine uyacak şekilde büyülü, hayran bırakan, baharatlı gül kokusu kullandık. Oldukça kasvetli ve odunsu koktuğu için Moldova gülünü tercih ettim. Vetiver, kimyon, sandal ağacı, bergamot, lichee, tarçın gibi notaları vurguladım. Gülün şehvetini, yeni bir gül kokusuna dönüştürmek istedim. Gerçek bir oryantal çiçeğe…”    

Parfüm yazarı Luca Turin, 1876’yı erkeksi gül olarak sınıflandırmış ve beş üzerinde dört yıldız vererek oldukça başarılı bulmuş. Eau de Parfum konsantrasyonuna sahip. Sonbahar-kış mevsimlerinde kullanmak iyi fikir. Yaş olarak sanki 25 ve üzerindeki arkadaşları hedefliyor.


Artıları:
+ Başlangıcı güzel.
+ Orta kısmını da sevdim.
+ Genel olarak yüksek kaliteli ve zengin.

Eksileri:
- Sonları çok başarılı gelmedi bana.
- Fiyatı biraz yüksek.

Koku Güzelliği:10/8