6 Ekim 2013 Pazar

Serge Lutens – Cuir Mauresque (1996)


Serge Lutens – Cuir Mauresque (1996)

Sanırım 15-16 yaşlarındaydım. O zamanlar yaşadığımız Uşak ili, küçük sayılabilecek bir şehirdi. Aklımda kalan arkadaşlarımdan birisini hatırlıyorum. Sarışındı. Renkli gözlüydü. Yakışıklıydı. Bizden 2-3 yaş büyüktü. Ailesinin maddi durumu kötüydü. Babaları yoktu. Bütün yük evin erkeği olarak onun sırtındaydı. Oysa o da daha çocuk sayılırdı. Fakat hayat bazen insanları öyle yerlere sürükler ki, bir bakmışsınız 19 yaşında kocaman bir adam oluvermişsiniz. Yada 15 yaşında kocaman bir kadın. Elimizden bir şey gelmese de kabul etmek zorunda kalırız o rolü.

O arkadaşım bana çalıştığı tabakhaneden bahsederdi. Oranın ne kadar kötü çalışma şartlarına sahip bir yer olduğunu, oradan ne kadar nefret ettiğini, oranın kokusunun nasıl dayanılmaz olduğunu anlatırdı. O yaşlarda, "cehennem böyle bir yerdir herhalde" diye düşünürdüm. Gerçektende dünyanın en zor işlerinden birisidir tabakhane işçiliği. Çoğu insan fazla dayanamaz orada çalışmaya. Ya hasta olur bırakır, yada çalışma şartlarına tahammül edemez.

Tabakhane, ham haldeki derilerin getirilip, değişik işlemlerden geçirilerek işlendiği yerdir. Detaylarını tam bilmediğim bu işlemden sonra kullanılabilecek hale gelen deri, moda ve hazır giyim sektörünün beğenisine sunulur. Mağazalarda afilli askılarda gördüğünüz o güzelim deri ceketlerin ve uçuk fiyatlı deri işlerinin geri planında çok büyük bir emek vardır. Anlatması ve dayanması çok zor bir emek.


Kuzey Afrika'nın güzel ülkesi Fas, deri işleri alanında iddialı. Geçtiğimiz aylarda bir televizyon kanalındaki belgeselde izlemiştim Fas'taki deri üretimini. Muhtemelen ülkemizdekinden çok daha ilkel ve sağlıksız koşullarda yapılan deri işlemesi, yakın zamanda oldukça eleştiri konusu oluyordu yabancı basın tarafından. Euronews'in internet sitesinde rastladığım şu cümle sanırım her şeyi özetliyor: "Dericilik Fas’ın en eski üretim kollarından biri, bir gelenek. Ama aynı zamanda çevreyi en çok kirleteni."

Dünya niş parfümcülüğünün belki de en ilgi çekici, farklı ve "derin" şahsiyetlerinden Serge Lutens'in, Kuzey Afrika kültürüne olan hayranlığını daha önce söylemiştim diye hatırlıyorum. Bir çok parfümünün ilhamını buradan aldığını söylüyor kendisi de. Hatta bu hayranlığı o kadar fazla ki, orada ev alacak kadar ilgi duyuyor. Bugün Serge Lutens'in Fas'taki evi, çok kullanılmasa da gelen turistlerin gezip, fotoğraf çektiği bir yer. Fas'ın turizmine katkı sağladığı bile söylenebilir.

Mağribilere ve genel anlamda Kuzey Afrika kültürüne olan bu sevgi, sadece lafta kalmıyor tabiki. Serge Lutens, 1996 yılında çıkardığı deri temalı parfümüne Cuir Mauresque (Mağribi Derisi) ismini vererek, bu coğrafyayla arasındaki duygusal bağlara yenisi ekliyor olabilir. Hem de çok zor silinebilecek bir imza.


Kendi sitelerinde "Fouets de Velours/Sudden Sweetness" serisine mensup olarak gösterilmiş Cuir Mauresque. Deri olarak sınıflandırılıyor. Cuir Mauresque'in açılışı daha önce rastlamadığım tuhaflıktaki portakal-portakal çiçeği kokusuyla gerçekleşiyor. Normalde ferah ve hafif olarak kullanılan portakal, burada yağlı (hacı yağı kıvamında), kimyasal, ağır ve yapay kokuyor. Sanırım portakala baharatlar eşlik ediyor. Küçük hindistan cevizi ve kakule olabilir. Garip ve sevmesi zor açılışı var. Çok beğendiğimi söyleyemeyeceğim. Orta kısma gelindiğinde ortaya parfüme ismini veren deri çıkıyor. Karanlık ve biraz plastiğimsi deri şaşırttı beni. Bu andan itibaren oldukça tatlanıyor kokusu. Tatlımsı deriye baharatların desteği devam ediyor. Fakat daha da çeşitleniyor baharatlar. Karanfil, tarçın, zencefil, kimyon olabilir. Orta notalar tatlımsı karanlık deri ve baharatların hakimiyetinde. Deri her daim ön planda. Baharatlar geriden destek veriyor. Orta bölümde enteresan bir hayvansallık da kendisini gösteriyor. Abartılı bir şekilde kullanılmamış neyseki. Baharatlı hayvansal deri dersem yanlış olmaz. Geçelim sonlara. Alt notalarda karanlık derinin hala etkileri görülüyor. Bu andan itibaren nefis bir amber çıkıyor ortaya. Bu egzotik amber beni benden alıyor. Açık ara parfümün en sevdiğim yeri oluyor. Böylece de tenden ayrılıyor.

Cuir Mauresque, Serge Lutens ile Christopher Sheldrake işbirliğinin ürünü. Erken dönem Lutens'lerden olması benim açımdan sevindirici. Çünkü Lutens'in sanatının nereden nereye geldiğini takip etmek anlamında ilginç bir yolculuk. Zaten Cuir Mauresque, ileride tasarlanacak müthiş Lutens parfümlerinin ip uçlarını 1996 yılında vermeye başlamış. Ne demek istediğimi daha detaylı açıklayayım.

Parfümün başlangıcı ciddi oranda portakal çiçeği esanslarını hatırlatıyor. Bana hacı yağlarındaki o yağlımsı ağır kokuyu hatırlattı. Şimdi burada neden portakal çiçeği kullanmış Lutens? Parfümün Mağribilerden ilhamını aldığını düşünürsek, Ortadoğu/Arap coğrafyasına gönderme yapıldığını düşünebiliriz. Her ne kadar Kuzey Afrika farklı bir kültür denizi olsa da yine de doğuya ait bir bölge ortalama Avrupalının zihninde. Lutens bu anlamda batılı parfüm severlerin bilinçaltına seslenmiş olabilir üst notalarla. Çok ağır ve medikal ürünler gibi kokan başlangıcını sevemedim. Fakat çok kendine özgü olduğunu söyleyebilirim. Sonuçta bu tür bir koku bilinçli olarak seçilmiştir.


Orta kısımda deri, tamamen ortaya çıkıyor ve direksiyonu eline alıyor. Buradaki deri, Fas'taki deri işletmelerine gönderme olarak düşünülebilir. Fakat deri, karanlık ve plastiğimsi. Şimdi neden böyle bir deri kullandığını anlayamadım. Bu derinin Lutens klasiği tatlımsı-meyvesi baharatlar ve hayvansallıkla desteklenmesi çok iyi fikir. Acaba derinin bu kadar yapay olmasında parfümün reformüle edilmesinin payı var mı merak etmekteyim. Malum 1996 yılında çıkmış bir parfümün reformüle olma ihtimali yüksek.

Son kısımda "ben bu filmi daha önce seyretmiştim" hissini yaşıyorum. O kadar tanıdık bir amber kokusu ki hemen hatırlıyorum. Lutens'in nefis parfümü Ambre Sultan'daki gibi egzotik ve gizemli amber alt notalara saklanmış. Ve zamanı geldiğinde karşınıza çıkıveriyor. Harika bir sürpriz yapıyor. Görülmeye değer bu amber.

Tatlı, karanlık, reçinemsi, dumansı, derin, detaylı, sert, biraz kaba, algıları zorlayan, alışması zor, Arap esintili, doğulu, serseri ve biraz pis. Hepsinden bir parçayı içinde barındırıyor. Cuir Mauresque'in başlangıcını kendime yakın bulamadım. Orta kısmına alışamadım. Sonlarına bayıldım. Kendi içimde gel-gitler yaşattı bana. Sevmemek ve çok sevmek arasında gidip geldim. Çünkü genel karakteri aynen böyle. Sevenler çok sevecek, sevmeyenler hızla ondan uzaklaşacak.

                                                              Cuir Mauresque video -duftarchive.de-

Bu sevmesi ve kullanması zor parfüm zaman zaman ayakkabı boyalarına zaman zaman motor yağlarına zaman zaman hacı yağlarına zaman zaman egzotik Fas'ın dar sokaklarındaki baharat dükkanlarına zaman zaman çarpıcı ve eşine az rastlanır deriye benziyor. Bir yönden diğer tarafa savrulurken, onu sevmek ile sevmemek arasında tereddüt yaşıyorsunuz. Çoğu zaman ne düşüneceğinizi bilmiyorsunuz. Bir yanda tatlımsı meyveler, baharatlar ve ambere hayran kalırken, diğer taraftan portakal ve derinin yapaylığını ve tuhaflığını yadırgıyorsunuz. Genel olarak bakarsam kokusu için portakallı, hayvansı, tatlı baharatlı deri diyebilirim. 

Cuir Mauresque, Lutens sanatının bazı öğelerini içerisinde barındırıyor. Buna şüphe yok. Fakat asla konforlu bir deri parfümü değil. Eğer Tuscan Leather'ı severek kullanıyorsanız aynen devam edin ve Cuir Mauresque'e geçmeyi düşünmeyin. Fakat yeni bir serüven yaşamak istiyorsanız ve herkesin gittiği yollar size sıkıcı geliyorsa Cuir Mauresque'e bir şans verin. Çünkü oldukça şaşıracaksınız onu kokladığınızda.

Orta kısımdan itibaren artan tatlılık, alt notalarda azalıyor neyseki. Lutens'in artık imzası olan tatlımsı kuru meyveler ve baharatlar işbirliği aynen görülmekte. Hayvansallık için muhtemelen civet kullanılmış ama yoğun değil neyseki. Çok yüksek kaliteli parfüm hissi vermese de enteresan bir deneyim olduğunu söyleyebilirim.


Serge Lutens bir söyleşisinde şunları söylemiş parfümüyle ilgili: "En sıradan ve korkunç parfümü bile, çok çekici olduğunu düşündüğüm biri tarafından sürülmesi halinde beğenebilirim. Kişisel olarak çok sık parfüm kullanmam ama kullandığım zaman da - ki size de bunu öneririm - cömertçe uygularım ki böylece ne kullandığımı rahatça söyleyebilirsiniz. Cuir Mauresque’i, hem ismi hem de akasya üzerinde kurutulmuş Kordoba derisine benzeyen kokusu için tercih ediyorum."

Parfüm kritikçisi Luca Turin'in kitabında Cuir Mauresque, tatlı deri olarak sınıflandırılmış ve beş üzerinden üç yıldız verilmiş. Tania hanımın verdiği nota bende aynen katılıyorum.

Kokusunun tasarımını dünyaca ünlü parfümör Christopher Sheldrake yapmış. Eau de Parfum (EDP) konsantrasyonuna sahip. Uniseks olarak sunulmuş fakat bence erkek kullanımına daha yakın. Bir kadında böylesi hayvansallık içeren deri ne kadar uygun olur şüphelerim var. Tam bir sonbahar-kış parfümü. Soğuk havalarda etkisi daha enteresan olacaktır. Sıcak havalarda boğucu olma ihtimali yüksek. Bence otuz yaş ve üzerindeki erkeklere uyar. Genç arkadaşların taşıyabileceği gibi değil. Kalıcılığı gayet iyi. Fark edilirliği yüksek. Çok kullanmak sıkıntı yaratabilir. Dozajını iyi ayarlamak gerekiyor.


Artıları:
+ Sonlarını sevdim.
+ Alışılmadık bir macera istiyorsanız Cuir Mauresque sizi bekliyor.
+ Kalıcılık ve fark edilirliği iyi.

Eksileri:
- Başlangıcını sevemedim.
- Orta kısmı da bana göre değil.
- Herkesin sevemeyeceği garip tarzı.
- Her yerde bulmak zor. Fiyatı yüksek.

Koku Güzelliği:10/6.5

3 Ekim 2013 Perşembe

Hermes – Eau d’Orange Verte (1997)


Hermes – Eau d’Orange Verte (1997)

Geçtiğimiz haftalarda incelediğim Hermes'in ilk Eau de Cologne kokusu 1979 yılında parfümör François Caron tarafından meydana getirilmişti. Aromatik şipre olarak sınıflandırılabilecek bu Eau de Cologne, sonrasında Hermes için yeni bir kapıyı da aralamıştı. Aslında Hermes'in böyle bir adım atması gereklilikti. Çünkü güçlü rakipleri Guerlain, Chanel, Acqua di Parma ve Penhaligon's'un Eau de Cologne parfümlerine bir karşılık vermesi gerekiyordu ki, bu alanda söz sahibi olabilsin.

Başarılı sayılabilecek 1979 çıkışlı Eau de Cologne, ilerleyen yıllarda isim, şişe ve koku olarak yeniden yorumlanacaktı. 1997 yılında bu önemli değişiklik gerçekleşti. Parfümün EDC olan konsantrasyonu aynı kaldı fakat ismi Eau d'Orange Verte haline geldi. Şişe formu değişmezken renginde farklılıklara gidildi. Parfümörü de yine François Caron oldu. Yani aslında Eau d'Orange Vert parfümü, 1979 yılında çıkarılan Eau de Cologne'nin devamı niteliğinde. Parfümörü dışında, ismine kadar neredeyse tamamen değiştiği için, onu ayrı bir parfüm olarak değerlendiriyorum. Zaten Hermes'in bugün bile en sevilen klasiklerinden birisi olarak varlığını sürdürüyor.

Eau d'Orange Verte. İsminin anlamı olarak "Yeşil Turunçgilin Suyu" karşıma çıktı. Kendi sitelerinde kısaca şöyle tanıtılmış: "Odunsu bir imzayla yoğun ve canlandırıcı tazelik." Çiçeksi yeşil olarak sınıflandırılmış. Üzerime ilk sıktığımda canlı, enerjik asidik limon, tozlu turunçgiller ve aromatik otlar karşıma çıkıyor. Ağırlık, otların geri plandan destek verdiği ferah limonda. Şimdiye kadar denediğim en güzel limon kokularından birisinin etkisi altındayım. Harika bir açılışı var Eau d'Orange Verte'in. İlerleyen dakikalarda büyük değişim geçirmiyor kokusu. Şipreye kayan bir hali var orta notalarında. Hala aromatik turunçgillerin etkisinde. Fakat eski tarz tozlu portakal yönüne doğru evriliyor. Bu kısım da çok güzel. Son kısımda hissedilir derecede meşe yosunu eksenine giriyor. Biraz da silhat (paçuli). Alt notaları da gayet başarılı fakat başlangıcı kadar aklımı başından alamadı.


Eau d'Orange Verte, çok basit bir kokuya sahip. Eski tarz neşeli, güneş gibi parıldayan limon, tozlu şipremsi turunçgiller (ağırlık portakalda) ve meşe yosunu. Bence bu üç notanın ağırlığı bariz. Son kısmı dışında düz çizgide ilerliyor. Zaten klasik bir Eau de Cologne tarzı üzerine inşa edildiğini düşünürsek, bu kadar basit kokması anlaşılabilir. Bu anlamda eleştirmek pek insaflıca olmaz.

Çok sayıda şipre denemiş birisi olarak buradaki enfes limon-turunçgil kokusu karşısında ne diyeceğimi bilemiyorum. Müthiş doğal, kaliteli, rafine, olgun ve ferah. Bu kadar gerçekçi bir esans nasıl meydana getirilmiş inanılır gibi değil. Aromatik otların desteklediği eski tarz tozlu limon-turunçgil mükemmel. Eşine az rastlanacak gibi diyebilirim. Parfümün açık ara en sevdiğim kısmı üst notalar. Orta kısım görülmeye değer bir şipreye dönüşürken, koklamaya doyamıyorum bu harika turunçgilleri. Son kısım klasik bir meşe yosunu kapanışı. Aynı 1970'ler hatta 80'ler gibi. Erkeksi, şık ve biraz resmi.

Değerli orta yaşlara adım atmış parfüm severler. Yaş otuz beş, yolun yarısına geldik diye düşünmeyin. Malum ortalama yaşam süremiz sürekli artıyor. Şöyle yaşıma uygun, kaliteli, olgun ve elegant bir turunçgil parfümü arıyorum fakat bulamıyorum diyorsanız size müjdem var. Çünkü o parfüm muhtemelen Eau d'Orange Verte.

Nefis bir aromatik şipreyle karşı karşıyayız. Olabilecek en kaliteli kokulardan birisine sahip olduğunu gönül rahatlığıyla söyleyebilirim. Yaz mevsimine uygun böylesi rafine, canlı, hayat dolu bir klasiğe fazla rastlanacağı kanısında değilim. Onun için mutlaka ona bir şans verin.


Yahu Hermes ve François Caron. Nasıl bu kadar gerçekçi bir limon-turunçgil kokusuna imza atmışsınız böyle. Düşünüyorum acaba günümüzün modern parfümlerindeki berbat, yapay turunçgili kullanmak yerine, bu parfümden birazcık ders alsalar ya. Bence her parfümör önce bu parfümün kokusunu özümsemeli. Ondan sonra parfümlere imza atmalı. Çünkü onun kokusundan öğrenecekleri şeyler olduğunu görebiliyorum.

Biraz da bardağın boş tarafından bakmaya çalışayım. Bu parfümün eksi yönleri neler diye düşünüyorum. İlk eleştirim çok derin veya kompleks kokmadığına dair olabilir. Genel olarak oldukça basit koktuğu aşikar. İkinci olarak da fark edilirliği oldukça düşük. Zaten bazı platformlarda da eleştiriliyor bu durum. Kalıcılığı çok tatmin edici görünmüyor. Peki bu eleştirilere nasıl cevap verilebilir?

Tekrardan vurgulamak isterim ki Eau d'Orange Verte, bir Eau de Cologne. Yani bizim tabirimizle bir kolonya. Gerçekçi olmak gerekirse bir kolonyanın çok derin, bol katmanlı olması yada üst-orta-alt notalar kuralına uyması beklenmemeli. Çünkü o, ferahlatıcı bir serinlik verebilecek kolonya. İkinci eleştiri konusu olan kalıcılık ve fark edilirliğinin zayıflığı da yine onun kolonya olmasıyla açıklanabilir. EDC konsantrasyonuna sahip bir kokunun, EDT yada EDP kadar performanslı, etraftan hissedilebilen, saldırgan, arkasında iz bırakan yapıya sahip olması mümkün görünmüyor. Zaten onun amacı bu değil ki. Neden ona olması gerekenden fazla misyon yükleyelim. Bu haliyle bile bence işini gayet iyi yapıyor.

Bazı yorumcular kokusunu Christian Dior’un önemli klasiği Eau Sauvage’a benzetmişler. İki parfümün başlangıcı için benzerlikten bahsedilebilir. Hatta orta kısımda biraz andırıyor. Fakat sonlara doğru ciddi farklılıklar var ikisinin arasında. Eau Sauvage’ın daha yüksek kalitelisi daha temiz kokanı ve daha aromatik hali dersem umarım yanlış yapmış olmam.


Farklı kaynaklarda kokusunun uniseks olarak sınıflandırıldığına rastladım. Evet kadınlar da kullanabilir tabiki. Fakat bende erkek kullanımına daha yakın olduğuna dair güçlü izler bıraktı. Sonuç olarak o safkan bir centilmen kolonyası sanki. Eğer parfüm koleksiyoncusuysanız mutlaka dolabınızda şişesi olması gerekir. Fakat parfümü sırf başkaları duysun, fark edilir olsun, etraftan bolca övgüler alayım diyenlerdenseniz tercih etmemenizi tavsiye ederim.

Parfüm kritikçisi Luca Turin, Eau d'Orange Verte'i iyi bir kolonya olarak değerlendirmiş ve beş üzerinden dört yıldız vererek oldukça beğenmiş. Küçük de bir bilgi vereyim bitirirken. 2012 yılında Vogue dergisi ünlü niş parfüm evi sahibi Frederic Malle ile söyleşi yapmış. Malle, Eau d’Orange Verte’in doğa gezilerinde kullanılabilecek en iyi parfümlerden birisi olduğunu söylemiş ve onu “lezzetli, parlak, temiz ve züppe” olarak tanımlamış.

Not: Bu parfümü bana ulaştıran www.decantshop.com sitesine teşekkür ederim.

Artıları:
+ Başlangıcı harika.
+ Orta kısmı çok güzel.
+ Rafine, şık, doğal ve koklamaya değer bir klasik.
+ Orta yaş ve üzerindeki erkekler için en iyi yaz mevsimi kolonyalarından birisi muhtemelen.

Eksileri:
- Sonlarına, başlangıcı kadar hayran olamadım.
- Çok basit ve düz çizgide ilerliyor.
- Kalıcılık ve fark edilirliği ne yazık ki düşük.

Koku Güzelliği:10/8.5

30 Eylül 2013 Pazartesi

Acqua di Parma – Mirto di Panarea (2008)


Acqua di Parma – Mirto di Panarea (2008)

2000 yılında Unesco'nun Dünya Kültür Mirası listesine giren Aeolia Adaları, İtalya'nın Tiren denizindeki yedi adadan oluşuyor. Lipari Adaları olarak da bilinen bu coğrafyanın, jeolojik olarak iki milyon yılda oluştuğu tahmin ediliyor. Bu yedi güzel adanın oluşması muhtemelen büyük bir volkanik patlama sonrası gerçekleşmiş. Zaten adaların zengin bitki örtüsüne sahip olması, bu kanıyı güçlendiriyor.

Bu adaların en küçüklerinden birisi Panarea. Özellikle son yıllarda oldukça ilgi çekici turizm destinasyonu olmuş durumda. Kış mevsiminde yaşayanların sayısı sadece yüzlerle ifade edilse de yaz mevsiminde dünya jet sosyetesinin uğrak yerlerinden birisi olduğu söyleniyor. Hatta Capri ve Sardunya gibi İtalya'nın popüler turizm merkezlerine bile rakip olmaya başlamış.

Bembeyaz duvarlı dar sokakları, tek katlı klasik Akdeniz mimarisine sahip evleriyle Panarea, küçük bir balıkçı kasabası aslında. Bu anlamda bana Yunanistan'ın Akdeniz'deki o nefis adalarını hatırlatıyor. Enteresan şekilde Akdenize kıyısı olan bütün ülkelerde (Yunanistan, İtalya, Fransa) bu mimari dikkatle korunurken, bırakın kıyıları yerleşime açmayı, eski evlerinin pervazlarının hangi renge boyanacağına bile özen gösterilirken, ülkemizdeyse plansız, kimliksiz, kaba bir köşe dönmece aygıtı olarak kullanılıyor turizm ne yazık ki. Çirkin beton yığınları haline dönmüş durumdaki Akdeniz sahillerimizle ne kadar övünsek azdır gerçekten de... Ah be arkadaşlar. 2013 yılının Eylül ayında mı aklınıza geldi bu kıyıların işgal altında olduğu ve doğal güzelliklerinin kaybolduğu. Kıyılardaki Sit alanlarını ben mi imara açtım? Oraya kıyı kanununu çiğneyen beş yıldızlı otellerin dikilmesine ben mi izin verdim? Turizm böyle mi gelişir? Elindeki doğal güzellikleri koruyup, restore edemedikten sonra ne önemi kalıyor hepsi birbirine benzer beton yığını otellerin. İşte önünüzde bir sürü örnek. O beğenmediğiniz Yunanistan'ın Santorini, Mikanos, Simi adalarına bir bakın da geleneksel mimari nasıl özenle korunuyor ve yaşatılıyor görün.


Evet konumuzdan uzaklaşmadan Panarea adasında yetişen mersin ağacına geçebiliriz. Yüz civarında türü olduğu söylenen mersin ağacının İtalyacası Mirto, İngilizcesiyse Myrtle. Özellikle Akdeniz kıyılarında kendiliğinden yetişen, Mayıs-Haziran ayları arasında, beyaz renkli çiçekler açan, yapraklarını  dökmeyen bir ağaççıkmış. Mersin ise meyveleri nohut büyüklüğünde, beyaz üzerine morumsu siyah lekeleri olan bir yemiş türü.

İşte tam da bu noktada asıl ilgi alanımıza geleyim. İtalyan niş parfüm evi Acqua di Parma, yine kendi ülkesinin iki güzel nesnesini bir araya getirmiş parfümünde. Panarea adası ve mersin bitkisi. "Panarea'nın Mersini" anlamına gelen ismi ne kadar da Akdenizli. Hiç merak etmeyin çünkü Acqua di Parma, bu parfümünü Blu Mediterraneo serisine layık görmüş. Kendi sitelerinde şöyle tanıtılmış Mirto di Panarea:

"Bu parfüm Panarea'nın saf ve aydınlık doğasını, adada kendiliğinden yetişen sakız ağacı, sabır otu (agave) ve katır tırnaklarının arasında ortaya çıkan mersin ile yansıtır. Akdenizin bu tipik makisi, parlak yeşil yaprakları, küçük, zarif beyaz çiçekleri ve bunların mor meyveleriyle, bu vahşi mitsel çalı, yoğun ve kuvvetli bir koku yayar. Huzur verici, sakinleştirici, temizleyici özellikleri ve özündeki aktif içerikleri sayesinde önemli ölçüde yenilenme gücü sağlamasıyla antik dönemlerden beri bilinmektedir."


Fragrantica'da odunsu aromatik olarak sınıflandırılmış. Üzerime ilk sıktığımda karşıma ferah turunçgiller, yeşil sabunsu yapraklar çıkıyor. Biraz da buruk aromatik otlar. Muhtemelen fesleğen baş rolde. Başlangıcı için fesleğenli yeşil turunçgiller diyebilirim. Doğal, ferah ve güzel. Beğendim üst notalarını. İlerleyen dakikalarda kokusunda büyük değişim olmuyor. Yeşil koku geri plana geçerken, turunçgillere tatlımsı meyveler ekleniyor. Sanırım parfüme ismini veren mersin meyvesi. Aromatik otlar hala etkili bu kısımda. Azıcık da çiçekler (gül, leylak veya yasemin). Parfümün en sevdiğim yeri orta notalar oldu. Gayet başarılı buldum. Geçeyim sonlarına. Ferah turunçgillerin biraz kalitesi düşüyor burada. Pek sevmediğim amber ve standart odunsu notalar ekleniyor kapanışta. Bence parfümün en sıradan kısmı alt notaları olmuş.

Mirto di Panarea, ferah, kaliteli, temiz, sabunsu, hafiften yeşil kokuya sahip. Güzel turunçgiller her daim ön planda. Orta kısımda ağırlık mersin meyvesine geçerken, sonlarda odunsu amber olarak tenden ayrılıyor. Genel anlamda başarılı ve hoş. Orta kısımdan itibaren biraz tatlılık kazanıyor kokusu. Çoğu kişinin sevebileceğini düşünüyorum bu parfümü. Herhangi zorlama tarafı yok. Dikkat çeken uyumsuzluk yok. Sonları dışında gayet güzel olduğunu söyleyebilirim.

Kullanılan turunçgillerin, aromatik Akdeniz otlarıyla harmanlanması çok iyi fikir. Bu anlamda hakkını teslim etmek lazım. Enteresan kokusu var. Daha önce benzerine rastladığımı hatırlamıyorum. Bir yaz parfümü için yeterli kalitede. Fakat aklınızı başından alacak kadar da değil tabiki. Yine de sıcak yaz günleri için güçlü alternatiflerden birisi olarak düşünülebilir.

                       Sadece Get Lucky değil, bu şarkı da bana Akdeniz sahillerinin sonbaharını hatırlatıyor.

Bu parfüm bana Daft Punk'ın Pharrell Williams ile beraber yaptığı şarkısı Get Lucky'i hatırlattı. Eylül ayının sonları. Panarea adasında denizin kenarındaki küçük bir balıkçı barınağında oturup, masmavi denizi seyrediyorsunuz. Masanızda naneli bir limonata. Arkalardan bir yerden gelen Get Lucky şarkısı önce kulaklarınızı, daha sonra beyninizin sesleri ayırt eden bölgesini mest ediyor. Adadan ayrılan son tatilcilere bakınıyorsunuz. Yanınızda sırnaşık bir sokak kedisi. Sizinle beraber iskeleye bakıyor. Adanın kalabalığının azalmasından o da memnun büyük ihtimalle. Kış mevsiminde sadece üç yüz kişinin yaşadığı bu dünya güzeli adada, bir sonraki yaz mevsimine kadar hayat kendi halinde devam edecek. Sırtınızı verdiğiniz tepeden esen hafif bir rüzgar, mis gibi çiçek kokularını burnunuza taşıyor. Bu bir şölen olmalı... Güzel kokuların şöleni. Hayatın şöleni. Yaşamanın güzelliğinin şöleni. Hedonist bir şölen…

Blu Mediterraneo serisine ait parfümlerin önemli avantajlarından birisi de çok uygun fiyatlara ülkemizde satılmaları. Bu denediğim ikinci Blu Mediterraneo parfümü. Masmavi şişelerine bakıp yine deniz veya su merkezli bir koku beklerken, pek de öyle olmadığını fark ettim. Mirto di Panarea, akuatik izler taşımıyor. Onun yerine meyveli-odunsu turunçgiller ağırlıklı yapısıyla öne çıkıyor.

Parfümümüz diğer kardeşleri gibi uniseks olarak satılıyor. Zaman zaman biraz kadınsı yanları olsa da başarılı şekilde denge kurulmuş. Bence hem erkekler hem de kadınlar kullanabilir.


Not: Bu parfümü bana ulaştıran www.decantshop.com sitesine teşekkür ederim.

Artıları:
+ Başlangıcı güzel.
+ Orta kısmı nefis.
+ Genel olarak temiz kokan, kaliteli bir arkadaş.
+ Deneyen çoğu kişinin beğeneceğini düşünüyorum.

Eksileri:
- Sonlarını sevemedim.
- Fark edilirliği düşük.

Koku Güzelliği: 10/7.5

27 Eylül 2013 Cuma

Christian Dior – Aqua Fahrenheit (2011)



Christian Dior – Aqua Fahrenheit (2011)

Ey Fahrenheit... Sen nelere kadirsin mi diyeyim yoksa ne çektin bu Christian Dior'un elinden mi diyeyim kararsızım.1988 yılında biraz da rastlantı eseri dünyaya gözlerini açtın. Jean-Louis Sieuzac ve Maurice Roger isimli iki parfümörün çalışması olarak kendini kozmetik ve moda sektörünün ortasında buldun. Rekabetin çoğunlukla kıskançlık seviyelerinde gezindiği, egoların tavan yaptığı, alabildiğine hırsın başarı getirdiğine inanılan moda sektöründe en önemli markalardan birisinin parfümü olarak önce anlayamadın nerede olduğunu. Çünkü sen çirkin ördek yavrusuydun.

Diğer kardeşlerin veya diğer cinsdaşların gibi sarı değil, siyah renkliydin. İlk doğduğunda herkes tuhaf bir ilgiyle karşılamıştı seni. Kimileri seni dünyanın en güzel nesnesi olarak görürken kimileri de senden olabildiğince uzak duruyor, nefretini gizlemiyordu. Sana aşık olanlar, aykırılığına, kaba tarzına, erkeksiliğine ve tuhaf çekiciliğine hayranlardı. Senden nefret edenler sinir bozucu tarzına, ukalalığına ve herşeye asi olmana tahammül edemiyorlardı. Dünyanın en çok sevilen parfümü ve en çok dalga geçilen parfümü olmak arasında gidip geliyordun. Böylesine tutku ve nefret öğelerinin birbirinin içinde harmanlandığı çok az parfüm vardır muhtemelen.

Dünyanın en bilinen parfümlerinden birisini tabiki burada uzun uzun anlatmaya gerek yok. Christian Dior ise, Fahrenheit'in peşini bırakmaya niyetli görünmüyor. 2013 yılı itibariyle Fahranheit isimli parfümlerin sayısı sekize ulaşmış durumda. Yedi tanesi Fahrenheit ismine sahip varyasyonlar. Anlaşılan Dior, "bu kapıdan daha fazla nasıl ekmek yeriz" diye kafa patlatmakta. Fahretheit'in en yeni üyesi 2011 yılında Aqua Fahrenheit ismiyle piyasaya sürüldü. Kendi sitelerinde şöyle tanıtılmış:

"Fahrenheit imzasının yeni dışavurumu. Ateşin sıcaklığı ve yoğunluğu ile suyun ferahlığının patlayıcı gücü şeklinde kombin edilmiştir. Aqua Fahrenheit'ta François Demachy, "kolonya" hissi veren yeni, ferah odunsuluk oluşturmuştur. Aynı zamanda klasik Fahrenheit'in derili menekşe imzası korunmuştur."


Yine kendi sitelerinde ferah odunsu olarak sınıflandırılmış Aqua Fahrenheit. Üzerime ilk sıktığımda tuzlu akuatik turunçgiller karşıma çıkıyor. Ağırlığın greyfurt ve mandalina da olduğunu düşünüyorum. Güzel sayılabilecek üst notalarını biraz Bulgari - Aqua Marine'in başlangıcına benzettim. Biraz da deniz yosunu kokuyor sanki açılışı. Fena değil. Orta notalara geçildiğinde bu tuzlu-yosunlu turunçgiller büyük oranda geride kalıyor. Onun yerine orijinal Fahrenheit'in o çok bilinen aroması karşıma çıktı. Karanlık menekşeli deri, orta kısmı domine ediyor. Arka planda da yapay bir nane hissediyorum. Muhtemelen Calone tarafından sağlanan bu nanemsilik yapaylık sınırında geziyor. Kısaca orta notalar naneli klasik Fahrenheit gibi kokuyor. İlgimi çektiğini söyleyemem. Geçeyim alt notalara. Son kısımda bu seferde menekşeli deri büyük oranda geriye çekiliyor. Onun yerine yapay ve vasat bir kabe samanı (vetiver) geliyor. Ona biraz da odunsu notalar eşlik ediyor. Fakat o da gayet sıradan. Kapanışı açık ara en sevmediğim yeri oldu diyebilirim. Böylece de tenden ayrılıyor.

Aqua Fahrenheit, isminin hakkını verircesine açılışında akuatik temaya sahip çıkan bir görüntü sergiliyor. Tuzlu turunçgiller ana oyuncu. Harika olmasa da kabul edilebilir. Orta kısımsa tamamen klasik Fahrenheit'a gönderme halinde gelişiyor. Fakat karanlık deriye eşlik eden nanemsi koku pek başarılı değil. Gerçi bu orta kısma serinlik/soğukluk katıyor. Ama yine de hoşuma gitmedi. Alt notalardan ise bahsetmeye bile gerek yok. Örneğine yüzlerce yeni nesil parfümde rastlanabilecek yapay/vasat kabe samanı-odunsu notalar hiç olmasa da olurmuş. Çok yazık.

Aqua Fahrenheit, başlangıcından sonuna kadar kaliteli bir parfüm hissi vermiyor. En beğendiğim tarafı olan başlangıcı bile ortalama turunçgil kokusundan öteye gidemiyor. Ve ne yazık ki zaman zaman baş ağrısı yaptı bende. Bu haliyle bir şişesi alınıp, kullanılacak gibi değil kendi açımdan.


Bulgari - Aqua Marine ile klasik Fahrenheit'ın kötü bir bileşimi olan Aqua isimli kardeşimizin tek söz etmeye değer yanı derinliği. Üst-orta ve alt notaları her birini size farklı farklı önünüze koyan parfümümüz, teknik anlamda başarılı. Onun dışında fazla da üzerinde durulacak tarafı yok. Sıkıcı bir Fahrenheit varyasyonu olarak tarihin unutulmuş sayfalarına ekleneceğini düşünüyorum.

Şimdi Christian Dior'un parfüm birimine mi kızayım, pazarlama bölümüne mi laf edeyim bilemiyorum. Fahrenheit gibi bir markanın sırtından para kazanmak için üst notalarına biraz tuzlu akuatik turunçgiller eklemek kimin fikriyse o arkadaşla tanışmak isterdim. Hadi eklediniz bari biraz kaliteli yapın şu işi. Özenin, üzerinde çalışın. Denediğim kadarıyla Aqua Fahrenheit, hiç bir karaktere sahip olmayan ucube, hibrid kokuya sahip. Üzerine orta kısımdan itibaren beliren yapaylığı ekleyin. Bir de Fahrenheit ismini ve şişesini kullanın. Bu kadar kolay kandırabileceğini mi sandın bizi Dior?

2013 yılı itibariyle yedi farklı Fahrenheit versiyonu piyasaya sürülmüş durumda. Görünüşe göre bu trend devam edecek. Peki Aqua’dan sonra hangi Fahrenheit’lar gelecek. Fahrenheit Sport, Fahrenheit Intense, Fahrenheit Extreme, Fahrenheit Blue, Fahrenheit Noir de var mı sırada Christian Dior? Umarım işi bu noktaya getirmezler…

Aqua Fahrenheit, erkeksi bir parfüm izlenimi veriyor. Bence orta kısımdaki yoğun deri-menekşe kullanımı dolayısıyla dört mevsimde de kullanılabilir. Kokusunun tasarımına Christian Dior'un başparfümörü François Demachy imza atmış. Denemeden almayın, pişman olmayın.


Not: Bu parfümü bana ulaştıran www.decantshop.com sitesine teşekkür ederim.

Artıları:
+ Başlangıcı fena değil.
+ Klasik Fahrenheit size biraz sert geliyorsa daha yumuşatılmış hali olarak denenebilir.

Eksileri:
- Orta kısmını ilginç bulmadım.
- Sonları vasat.
- Yapaylık ciddi sorun.
- Tuhaf ve karaktersiz yapısı.

Koku Güzelliği:10/5